ŞİİR SÂHİLİNDEN DİPNOTLAR / Yeni Şiir Gündelikleri II


 “Bu yıl gene güz

Geçer gibi bir savaşın çatı katından”

(Sezai Karakoç, Güz Anıtı, 1965)


Güz, pek tercih etmediğim bir kelime; hazan, daha yakın gibi gelse de bana, daha yüklü çağrışımlara sahip olsa da, sevdiğim bir kelimedir özellikle: Güzün. Rebîülevvel, Rasûlallah’ın hem dünyayı şereflendirdiği, hem de dünyayı terk ettiği ay: Hem baharın müjdesini, hem de baharın hüznünü taşıyor. Bu sene devr-i daim sonucu Rebîülevvel de Rebîülâhir de güze denk geldi.


“Devri şaşırdın mı nedir ey zaman

Fasl-ı bahârında bu hükm-i hazan” diyor Muallim Nâci.


Öncekiler, dünyayı “hazangâh” olarak tanımlıyorlardı. Hazan görmüş yer, sonbahar geçirmiş, solmuş sararmış yer, onlar için dünyanın en uygun resmiydi.

Fakat bizler artık mevsimlerini bile şaşırmış, mevsimlerinin fenalıklarına mâruz kalmış bir vaziyetteyiz. Mevsimin bize attığı çentiğin farkındayız, ama hangi mevsim attı, işte onu farkedemiyoruz. 


“Farkederiz üstümüzde bir çentik hangi mevsimden acaba”

(İsmet Özel, Mevsimlerin İnsana Yaptığı Fenalıklar, 1992)


Divan şiirinde baharın öncesiyle sonu aynı olsa da “hazan” özellikle Bâkî’nin şiirinde muhteşem işlenir. Ahmed Hâşim’in de, Yahya Kemal’in de çok sevdiği, bir mevsimdir “hazan”. Daha sonra “hazan” terk edilerek “güz” tercih edilecektir.


“Şu yalan dünyanın üç şeyciği var” diyor Karacaoğlan, “Biri eyyâm biri bahar biri yaz.” (Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Âşıkları-I, Karacaoğlan; 2016). Bu sözü söylemek için, bugün çok yüksek irfânî birikime, felsefeye sahip olmak gerekmekte. İki mevsimden bahsediyor bize Karacaoğlan: Bahar ve yaz. Bu iki mevsimin dışında kalan zamansa “eyyâm”dır, yani dünya hayatında geçirdiğimiz günler. Bahar ve yaz, Karacaoğlan’a göre sanki diğer günlerden farklı nitelikte bir “şey”. O farkı kaybettiğimizi hatırlarsak, tekrar bulacağımıza inanıyorum. “Güz Avlanıp Gidiyor” diyen Turgut Uyar alacakaranlıkta da olsa kaybettiğimizi arayanlardan biriydi:

“güz avlanıp gidiyor işte

ne bıldırcın ne ot ne o

güz avlanıp gidiyor

eski odalarda kararan örtülerle

her mekân çökerken bahçe bahçe

güz avlanıp gidiyor


sözgelimi ben

cennetteki payımdan ödüyorum

bu akşam saatinin mutluluğunu

hatırlarım susuz bir yaz geçmişti bir tarihte

herkesin bu yüzden bir yerlere göçtüğü

biz çok azdık bir yerlere göçemedik

olduğumuz yerde kaldık

yazın susuz geçtiği o tarihte

sonra bizi kaldırdılar oradan beni de

yol yalnızdı hayvanlar da biz de

bir baktık inanılmaz

her yanımız gece


demek ki güz avlanıp gidiyor

öyleyse sıra kimde”

(Dün Yok Mu, 1984)


***

Robert Walser (1878-1956), elli beş yaşında şizofreni teşhisi konularak yirmi sene boyunca çevresinin baskısı altında kalarak bir kliniğe ve huzurevine kapatılmadan önce Zürih’te iki defa çalıştığı iki bankadan da ayrılmak zorunda kalır. Şiir yazmaya vakit ayırması gerektiği için her defasında ancak birkaç ay çalışabiliyordu. Gerekçesi ise çok dikkat çekiciydi Walser’in: “İki efendiye aynı anda hizmet edilemez!” 


Bir şairin şiir dışındaki faaliyetlerini ve çevresindeki dostlarını mümkün olduğunca azaltması gerektiğini, böylece şiir yeteneğinin de o kadar anlamlı olacağını söyleyen ilginç bir insan Robert Walser.

(Carl Seelig, Robert Walser’le Yürüyüşlerimiz; 2022)


***


İkinci Yeni olarak anılan, modern Türk şiirindeki en ciddî ve en dikkate değer şiir tavrının, 27 yıllık tek parti ablukasını sona erdiren, buna karşın yine de aydın geçinenler nazarında kabul görmeyen Demokrat Parti’yle millete tanınan on senelik nefes alma imkânını iyi değerlendirdiği kaydedilmeden geçilemez.  


Bu millet şiirsiz nefes alamayan, sadece şiirle ferahlık bulan bir millettir. İkinci Yeni’nin tavrı “bütün aksamalarına rağmen ‘millî’ tavırdı.” (İsmet Özel, Kapalı Şiiri Aralamak, 2020). Bu ortamda, İkinci Yeni’nin kurmayları diyebileceğimiz asıl şairler (Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk, Ülkü Tamer) servet ve makam sahibi olarak hayatın tadını çıkarmak yerine sadece şiirde ısrar ve inat etmeği tercih ettiler. Üçü (Sezai Karakoç, Cemal Süreya ve Ece Ayhan) mülkiyeli oldukları hâlde mülkiyeti ellerinin tersiyle itebilecek onura sahip, Anadolu’nun bağrından kopmuş, baskı rejiminin tahribatına tanıklık eden çocuklardı. Onlar, şiir dışında hizmet edecekleri hiçbir efendiyi tanımadılar. Bu ısrar ve inat, bu toprakların sadece seçilmiş insanların mülkü olduğunu da bize yeniden hatırlatacakı. “Şiirsiz kalmak Türkler için vatandan mahrum kalmak anlamına gelir” diyen şair İsmet Özel’den başkası değildir.


İkinci Yeni tavrı, kendini “birinci”den sonra, onları kolayca aşarak çok daha yüksek bir seviyede buldu. Bir çırpıda çıktıkları bu yüksek seviye, ilerisi için ayırtılmış durumda zaten uzun zamandır beklemekteydi. Toplumun aradığı, ihtiyaç duyduğu morali verecek şiir bu defa, biri hariç altısı Anadolu’dan gelen şairler eliyle mi yazılacaktı? “Birinci” tavrı alanlardan (Garip şiiriyle anılan üçlüden) biri erken ölmüş, geriye kalanlardan biri vakit kaybetmeksizin İkinci Yeni tavrının öncüsü olduğunu bile iddia etmişti. Tavırlarını ne sürdürme ne de savunma azmi gösterebildiler. Tıpkı DP’ye katıldıkları halde DP’li olmadıkları için Yassıada’da yargılanmaktan kurtulanlar gibi, onların da neyi savunduklarının, hangi tarafta durduklarının kimse farkında olmadı, olmak isteyen de çıkmadı aslında. İkinci Yeni ve 60 kuşağı deneyimlerinden sonra, en ufak bir metafizik endişe bile taşıma hevesi, merakı göstermedikleri halde toplumun her kesiminde, her ortamda ve her konumda kendine müşteri bulmakta hiç zorlanmadı Garip şiiri. Başına gelenlerden sonra toplumun bu seviyede bir zevke, aradığı moralden yoksun bir şiire yönelmesi hiç de yadırganamazdı. Mehmed Âkif’in dışta tutulduğu, yok sayıldığı bir edebiyat düzeninde halkın, kendine en yakın hissettiği şiir; “Ben Orhan Veli, /…/ Ne başımda bulut gezdiririm, / Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.” diyen şairin yazdıkları oldu. Osman Hamdi Bey’in yaptığı “Kaplumbağa Terbiyecisi”nin güzel, mistik bir resim sanılarak, özellikle dindar, muhafazakâr kesimin duvarlarını süslemesi için de aynı şuur bulanıklığının yaşanmasına ihtiyaç vardı.


Toplumun hayatı ve ölümü kavrayış tarzını kaybetmesi şiirle bağını koparması neticesinde ortaya çıktı. Vefât edenlerin ardından artık herkes “yaşamını kaybetti” diyor; oysa vefât kelimesi, vefâ fiilinin (sözünü tuttmak, borcunu ödemek, ahdini yerine getirmek) masdarıdır. Müteveffâ, borcunu öder, vefât eder.


Necip Fâzıl “Hayat” adlı şiirinde diyor ki:

Ne acı, kaybetmek için sahiplik! 

Ölümlüyü sevmek, ne korkulu iş!.. 

Hayat mı, püf desen kopacak iplik, 

Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş.


Bir şiiri de “Hayat Mayat” adındadır:

“Hayat, mayat diyorlar; 

Benim gözüm mayat’ta. 

Hayatın eksiği var; 

Hayat eksik hayatta.”


Ömer AKSAYGüneysu Dergisi, Güz 2022, 136. Sayı, Sayfa: 4-5.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET AKİF ERSOY’UN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ