DAĞINIK SAÇLI
ADAM
- Vefatının
(26 Haziran 2003) 9. yılında Alâeddin Özdenören’e -
Veli ABA
Balıkesir’de
bulunduğum yıllardı, canlıların bedenine yeniden su yürüdüğü bahar mevsiminde,
bir cumartesi günüydü. Kent merkezindeki evimden, kaçarcasına çıktım. Yürüyerek
kütüphaneye giderken, gayri ihtiyari ayaklarım beni, kentin kapkara beton
duvarlarına inat, kışın soğuklarını yeni savuşturmuş çiçeklerini ve dallarını
açmış asırlık ağaçları olan parka götürdü. Güneş ışıkları, parkı bir şemsiye
gibi kaplamış ağaç dalları arasında kaçamak bir bakışı andırırcasına, çimlere
bir buse gibi konan su damlacıkları ile buluşuyordu. Ve çılgınca o çimlerde
yatıp yuvarlanmak isteğime zor engel olabildim. Yol bir hayli uzun olmasına
uzun da, dostlarımla buluşacak olmanın
heyecanı ve arzusu yollarımı kısaltıyordu ya da bana öyle geliyordu.
Parkta
ağaçlarda geceleyen yorgun kuşlar, sabahın geçtiğini kuşluk vaktinin olduğunu
haber veriyordu. Ses tellerindeki gıcığa aldırmadan ha bire uyuyanları
uyandırmaya çalışıyor, beklide yeni güne başlarken seslerine ayar veriyorlardı.
O saatte benim onları dinlemem, bazen da onlara insan kulağına hiçte hoş
gelmeyeceğine inandığım sesimle, hüzün, hasretlik, sevda yüklü bir şarkı ile
eşlik etmem, onları rahatsız bile etmedi. Banklardan birine upuzun uzanarak
gözlerimi yumup, memlekete, uzaklara çocukluk yıllarıma gittim.
Köyde
büyümüştüm. Sabahları şafak sökerken öten horozumuzun sesi, komşunun horozuyla karşılıklı bir atışmaya
hatta meydan okumaya dönerdi. Onların görevleri ya da nöbetleri bitince,
ağaçlarda sırasını bekleyen, serçe, araptelli, sığırcık, bitbiti kuşlarının
sesleri kaplardı ortalığı. Günün ilk ışıklarıyla ne tarafa gideceğine karar
verememiş bir görüntü sergileyen kelebeklerin uçuşması, gece boyunca uyumamıza
rağmen kalkıp kalkmama konusunda tereddüt oluşturuyordu. Hafif açık -ığdırık-
duran pencereden içeri, oradan da ciğerlerime dolan, bahçemizdeki portakal çiçeklerinin
kokusuyla efsunlanmış gibi, bir yer minderinde yatardım. Çocukluk yıllarımda
yaşadığım ve hayal edebildiğim cennet bu idi. Anamın sesleriyle uyandırılmayı
beklerken, mahalle mescidinden yükselen ezan sesleri kuş seslerine karışırdı.
Huşu içinde namazını kılıp duasından sonra, başımı okşar alnımdan öperek
uyandırırdı anam. Yatakta nazlanmak bir kere daha okşanmak ve öpülmek için
uyanamamış gibi davranır kıpırdar dururdum. Şimdi elime geçse onun, bir
okşaması ve öpücüğüne bin defa canımı verirdim.
Akşamdan
yoğrulan, buğday unu ile karıştırılan mısır unundan, saçta odun ateşinde
pişirilen darı bazlaması yapılırdı. Kokusu uzaklara kadar gider, komşular da
bazen bazlama yemeğe gelirlerdi. Bir taraftan da yoğurt yayıkta yayılarak ayran
yapılır, sıcak darı bazlamasının içine tereyağı sürülür, üstüne biraz da toz
şeker atılır, bir tas da ayran sabah kahvaltısı için yeterdi. Hayat doğal akışı
içinde su gibi akıp giderdi. Birden kahvaltılık satan cırtlak sesli bir
satıcının yanımdan geçerken ‘kumru, taze taze kumrularım var ‘ sesleriyle
gözlerimi açıp yatmakta olduğum banktan doğruldum, tertemiz çocukluk
yıllarımdan kopmuş kırkını devirdiğim gerçek hayata yeniden başlamıştım.
İyice
yaklaşmış olduğum kütüphaneye koşarcasına gittim. Yirmi üç yıl aradan sonra bir
dostu görecek olmanın heyecanı sarmıştı bütün bedenimi. Onun ve arkadaşlarının
benim üzerimdeki hakları inkâr edilebilinir miydi? Saate baktım, “iyi süre
henüz dolmamış, belki erken gelmiş olabilir” diye adeta uçtum. Kütüphaneye
ulaştığımda orada çalışan Yılmaz Türk Beye sordum henüz gelmedi ama gelir dedi.
İçeri de biraz soluklandıktan sonra dışarı çıkıp beklemeye koyuldum.
Kütüphaneye
doğru dikkat çekmeyen sıradan, sevimli biri yavaş yavaş geliyordu. O zaman
yakıştırdım ‘’dağınık saçlı adam’’ benzetmesini. Selam verdi. Aleykümselâm deyip selamlaştıktan sonra,
tarih gibi yorgun gözlerle bakarak,
konuşmaya başladı; “Veli sen misin?”. “Evet, Alâeddin ağabey” deyip sarılıyorum.
’Zaman ne de çabuk geçiyor Mona’ dizeleri geçiyor aklımdan… Sonra içeri
yürüdük. Ve zihnimde Maraş’taki Kültür Derneğinde yapacağı sohbeti unutup
Pınarbaşı’na gidişi, oradan Cahit ağabeyin bulup getirdiği günler geliyor bir
anda. Gözümün önünde birer abide gibi canlanıyor, Erdem Bayazıt, Cahit
Zarifoğlu, M. Akif İnan, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil’le onlara ağabeylik eden
Sezai Karakoç ve cennet mekân Üstat Necip Fazıl Kısakürek.
İlk
tanışmamız bir kütüphanedeydi, son buluşmamız da yine bir kütüphanede oldu.
Erdem Bayazıt ağabey kütüphane müdürüydü Maraş’ta. Yine böyle bir bahar günüydü
bahçeye konulan masalardan birine oturmuş, Erdem Bayazıt ağabeyin verdiği
kitabı okuyordum. Masama elinde iki çayla bir adam geldi. Selam verdi,
“oturabilir miyim” diye de izin istedi. “Tabi buyurun ağabey” diye toparlandım
ayağa kalktım, getirdiği çayı ikram etti. İlk tanışmamız böyle başlamıştı.
Biraz mütereddit, biraz mahcup bir edası vardı. Belki bu halini, birçok
dostları, Alâeddin ağabeyin içinde bulunduğu yanlış alışkanlıktan
kaynaklandığını düşünebilirler. Ben o halini, insanlarda bulunan mahviyet
duygusu olarak gördüm. Hoş sohbetti. Şairler, tabir caizse zor adamlardır,
aykırıdırlar, ulaşılamayan, anlaşılamayan adamlardır. O, hiç de öyle değildi.
Daha sonra Ankara’da okurken Edebiyat Dergisi‘nin Bakanlıklar semtindeki
bürosunda tanıdığım Nuri Pakdil’e insani yönü ve ilişkisi hiç benzemezdi. Nuri
ağabeyin, bendeki izlenimi zor adamdı.
İçeri
geçip sohbete dalıyoruz. Yılmaz Bey ara sıra çay gönderiyor. Fırsat buldukça
sohbete katılıyor, saatler geçmiş haberimiz olmamış, öğle yemeği için birer
köfte ayran söyleyip muhabbete devam ediyoruz… Memurlar kütüphaneyi
kapatacaklarmış, mesai bitti demesinler mi?
Daha sonra sohbet ve muhabbetle geçen nice yıllar… Üniversitede okuyan
gençleri toplar bazen getirirdim, onlara sohbetler ederdi, bazen mahrem
kalmasında fayda olan konulara dalardı da ben müdahale ederdim. O birikim ve
çağda onların tartamayacağı cinsten konular yani. Bazen da ibretlik konular
olurdu da onu gençler not ederlerdi. Hatta Selim Somuncu beye, tez olarak
Alâeddin ağabeyi çalışmasını önermiştim; o da çalışmıştı. Bazen de Mehmet
Narlı, Cemal Şakar, Yücel Yiğit hep birlikte ziyaret ederdik, onlar ayrılır
giderler; beni salmaz, sohbete devam ederdik.
Alâeddin
ağabey anlatmıştı; İstanbul’a birer üniversite öğrencisi olarak gittiklerinde
kendisi, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören, Sezai Karakoç’u
ziyaret ederler. Sezai Ağabey, arkadaşlarını yanına alarak hep beraber Üstadı
ziyarete gider. Evin ikinci katına
salona buyur eder üstadın eşi Neslihan Hanım. Ziyarete gidenler büyük bir
heyecanla ayakta beklerken, Cahit
Zarifoğlu, üstadın kitaplarını karıştırmaya başlar. Derken içeri Üstat girer,
Sezai Ağabey teker teker tanıştırır. Ayakta sohbet ilerlerken Neslihan Hanım
mutfakta içecek bir şeyler hazırlar. Cahit Ağabey tekrar kitaplara döner,
karıştırmaya başlar. Üstat, “Bre Oğul Beethoven burada durur, sen gitmiş onun
notalarını karıştırıyorsun” diyerek ince bir ayar çeker ortalığa. Necip
Fazıl’la İstanbul’daki irtibatları böyle başlamıştır.
Telefonda
bir ses, Pervin Hanım: “Veli bey, Alâeddin’in annesi vefat etmiş akşama bize
gelebilir misin?” Hemen işten ayrılıp Bahçelievler semtindeki Alâeddin Beyin
evine varıyorum. Sarılıp ağlaşıyoruz anne için. Hani şu dizeler var ya; “Ana
başta taç imiş/Her derde ilaç imiş /Bir evlat pir olsa da /Anaya muhtaç
imiş”. Yaşın, makam ve mevkiin hiç önemi
yok; ana her zaman ana ve insan her zaman muhtaç ona. Kaybedince anlıyor insan,
ama artık o değer kaybedilmiş ve telafisi yok. Kur’an’dan kısa bir bölüm
okuyorum. Alâeddin ağabey, öyle huşu içinde dinliyor ve ağlıyor ki ayetin
tesiri ve heyecanı dışarıdan hissediliyor. Ankara’ya gitmek istiyor ama
rahatsızlığı nedeniyle salmıyoruz Pervin Hanımla. Bu birlikteliğimiz
Osmaniye‘ye tayinim çıkana kadar devam etti. O müptelası olduğu alkolü
bırakmıştı.
Burada
biraz sitemde bulunacağım haddim olmayarak; ister Balıkesir’deki dostları
olsun, isterse Rasim, ister Erdem, isterse de Sezai Ağabeyler ya da diğer
sevenlerinin Alâeddin ağabeyle yeteri kadar ilgilenmedikleri kanaatindeyim.
Nisyana terk edilen adamdı. Üç dört senede birkaç saat veya bir günlük
Balıkesir ziyaretine ilgi denilirse bilemem; benim altı senelik gözlemim bunu
yeterli bulmuyordu. Hele Sezai Ağabeyi telefonla ara sıra arardı; o ise hep
kızardı, adeta azarlardı, telefonu hep yüzüne kapatırdı. Biz de oturup ağlardık
birlikte. Hiç unutmuyorum; bir gün alkolü bıraktığını haber verecek, sevincini
paylaşacak, dahası dualarını isteyecekti; başka bir gün ben namaza başladım
diye sevincini paylaşacaktı… Yine dinlemedi kızdı ve telefonu kapattı.
Bahçelievler
Camii cemaati olmuş sabah namazlarına cemaate gidiyordu. Gönlü gani bir insandı. Para onun ilgi alanında değildi. Hatta parayı
bilmezdi, sevmezdi desem mübalağa sayılmaz, onu yakinen bilen dostları bu
özelliğini iyi bilirlerdi. Bursa Uludağ
hastanesinde tedavi olurken yazdığı Hece’de yayımlanan ‘Veli beni Balıkesir
Devlet Hastanesine götürüyor hesapta bu yoktu…’
diye anlatmaya başladığı, hastalığın teşhisi ve hastaneye gidiş… Bir
eşin sevgi, bağlılık ve metanetinin güzel örneklerinden birini Pervin
Hanımefendi de gözlüyordum. Doktora gitmemede direnen Alâeddin Ağabeye rağmen
pes etmeyip beni arıyordu, “seni kırmaz” diye.
Her
sohbet ortamında beni sıkıştırır yazmamı ısrarla isterdi; “Yaz Hece’ye
göndereyim, yayımlasınlar” derdi. “Şu bana anlattıklarını yazsan yeter,
insanlar yararlanır; hayat tecrüben ve anlatımın müthiş” diye çok sıkıştırırdı.
Ben yazmaya değil, muhabbete alışıktım. Yine bir gün evde oturuyoruz ağabeyle.
Pervin yenge çay demledi, sohbete başlıyoruz, “ağabey yazmaya karar verdim, bir
kitap yazacağım artık adını da koydum daha yazmadan” diye bir giriş yaptım; son
derece de ciddi duruyorum, o da merakla sordu “adını ne koydun” diye. “İslamsız
İslamcılar’’ dedim. Durdu kaldı öylece düşündü, düşündü “bu nasıl isim” dedi.
“İçeriği dolu” dedim “dolu”. “Ben de var mıyım bu kitapta.” “Onu sen düşün
halini bir gözden geçir nerdesin ağabey yazdıklarınla halini mukayese et”…vs.
Muhabbet koyulaşınca başlıyoruz birlikte ağlamaya. “Ne zaman ağabey, ne zaman”
diye üstüne üstüne gidiyorum. “Allah sizi hesaba çekmeden nefislerinizi hesaba
çekiniz’’ emri üzerine uzun bir sohbet.
“Ben bu halimle mi…” “Evet, ’De ki ey nefislerine yazık eden kullarım Allah’ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin’…” Zamanın önemini yitirdiği nice anlar
yaşıyoruz gecenin sessizliği içinde. Bahçelievler Camiinde gözyaşları ve
mahviyet duygusuyla kılınan sabah namazları. Dönüşte bir süt ve börekle
kahvaltı yapıp işe dönüyorum, yeni bir gün başlıyor benim için şimdi. Ona doğru
yürüyüşteki teslimiyet, birçok dostlarının ve belki Rasim ağabey bile yeterince
vakıf olmadı ayrı kentlerde yaşamalarından dolayı. Alâeddin ağabeyin ruh
dünyasındaki değişikliği gözlemek, tanığı olmak, ona şahadette bulunmak bekli
de bana yüklenen bir sorumluluktu. Bir gün ağabey bir naat yazsan da içimize
sine sine okusak dediğimde “Hac sezonuna çok var, gidiş kur’a ile imiş ya çıkar
ya çıkmaz. Birlikte Allah izin verirse bir umreye gidelim, doya doya havasını
teneffüs edelim, öyle yazalım” demişti. Pervin Hanım umre için hazırlıklara
başlamıştı bile. Alâeddin ağabeyin zamanı bir naat yazamaya yetmedi ama O’nu
yürekten sevdi. Unutulmuşluklara ve
yaşanmışlıklara çok gözyaşı dökmüştü. O tam bir mümin olarak, teslimiyetle
Rahman’a yürüdü.
Yorumlar
Yorum Gönder