YALNIZLIK, BAHÇE VE İSTİSNALAR
ÜÇLEMİNDE ÖMER AKSAY’LA MÜLAKAT
Kısa Biyografi:
Ömer Aksay, 1961 Maraş doğumlu.
Öğrencilik hayatı İstanbul'da geçti. Marmara Üniversitesi AEF resim bölümünü
bitirdi. İstanbul'da çeşitli reklam ajanslarında grafikerlik yaptı. Nuri
Pakdil'in verdiği Bilâl Cerîr ismiyle, Edebiyat dergisinde 1982'den 1984'te
derginin kapanışına kadar yayınlanan şiirleriyle yer aldı. 1993'te
İkindiyazıları dergisinin editörlüğünü üstlendi. 2006'da tek sayıda kalan
Taşra'nın Dış Duvarı dergisini çıkardı. Birçok dergide yazdı ve yazmaya devam
ediyor. İlk şiir kitabı Eski Bir Yalnızlık Dilinde 2002'de yayınlandı. Daha
sonra Bahçe'nin Epik Sürgünü (şiir, 2008) ve Kaideyi Bozan İstisnalar (deneme,
2012) kitapları okurlarla buluştu.
Şairler “yalnızlık” kavramını
severler. Mesela Cemal Süreya “Ben neredeysem, yalnızlığın başkenti orasıdır”
der. Oysa Eski Bir Yalnızlık Dilinde deki yalnızlık, kavramın ötesinde bir
makam yahut bir mertebe hissi uyandırıyor bizde. Bir yalnızlık bilgesi olarak,
hayat ve yalnızlık üzerine ne dersiniz?
-
Kendimi 'bir yalnızlık bilgesi' olarak görmedim hiçbir zaman, hiçbir zeminde.
Şiirin yalnızlıkla ilgisi olduğunu, şiirle irtibatın yalnızlıkta daha yoğun
kurulduğunu müşahede ettim hep, böyle bir müşahede ortamında yetiştim. Ben,
bildiğim ustalardan, tanıdığım ustalarımdan hep yalnızlığı öğrendim. Cemal
Süreya da ustalarımdan biri sayılır. Daha önce de bir yerlerde kayıtlara
geçmişti; uzun süre Kadıköy'de davranışlarını, yürüyüşünü, sigara içişini,
masada oturuşunu falan izlemiştim; aşağı yukarı bir, bir buçuk sene sürmüştü bu
durum. Ben önceleri şairleri takip etmeyi, onların yalnızlıklarına tanıklık
etmeyi severdim. Şimdi takip edecek şair göremiyorum, tanıklık edilecek bir
yalnızlık da kalmadı artık.
Kalabalığın
dışında olmak, kalabalığa dahil olmamak kalabalıktan farklı bir dil kullanmayı
da zorunlu kılıyor galiba. İkinci Yeni'de yer alan altı şairden dördünü tanıma
fırsatı buldum. İlhan Berk'le daha çok yakınlık kurdum. Bu şairler yalnızlığı
kişiselleştirmişlerdi, yalnızlıkları hayatlarıyla içiçeydi. Bu marjinal
yalnızlıkla mensubu olduğum Müslüman yalnızlığı birçok noktada kesiştiğini
görüyordum. İlhan Berk, Eski Bir Yalnızlık Dilinde'yi baştan sona dinlemiş;
bitirdiğimde de “muhteşem, muhteşem!” demişti.
İlk şiir kitabınızda münzevi bir duruş
daha belirgin, “Elifba” diye bildiğimiz Arap alfabesinin harfleriyle görünür
olmayı yeğliyorsunuz. Mesela “cim kalbinde bir nokta gibi yapayalnızsın”, “Gayn
(insansı harflerin en içten olanıydı ve noktası yerkürenin yalnızlığını
gösteriyordu…)”. Eski Bir Yalnızlık Dilinde hayatınızda ne gibi bir yeri teşkil
eder, bir yalınlaşma çabası mı, yoksa geri çekilip mevzilenme durumu mu söz
konusudur?
-
Ben genellikle şiirlerimde belirli izlekleri takip ediyorum. Bu kitapta ana
izlek, kitabın isminde de belirtilen 'yalnızlık'tır. Eski Bir Yalnızlık Dilinde
minimalist biçimde, yalın olarak bir dili yeniden oluşturma çalışmasıdır. Bu
dil toplumla 'yalnızlık' üzerinden bağlantı kurmaktadır. Eski bir dilden de
olsa, yeni imkânlar arama çabasıdır. Eski dilin eskiliğinde yalnızlıkla örtüşen
bir taraf var; bu, yeni dilde, yeni dilin yeniliğinde olmayan, olması imkânsız
bir şey. Burada 'dil' toplumsal belirlenim ve gösterge olarak işlenmektedir.
Meselâ Eski Bir Yalnızlık Dilinde'de yer alan birkaç şiiri, Ocak 1997'de
Hece'nin ilk sayısında “Müslümanlara Göre Yalnızlık” başlığıyla yayımlamıştım.
Kitabın adını uzun süre “Müslümanlara Göre Yalnızlık” olarak düşündüm, fakat bu
başlığı bana terk ettiren Abdurrahman Dilipak'tır. Bu kitabın amacı, bütün
tarihboyunca-şimdi, her yerde-burada Müslümanların yalnızlığına dikkat çekmek..
Bu yalnızlığın altını çizmek..
Son olarak Eski Bir Yalnızlık Dilinde,
'Lâmelif'i öne çıkarır ve çoğul bir yalnızlığı fısıldar, kuşku ve yalnızlığın
içiçeliğine değinir ve bunun “tek bir dala tutunma” denemesi olduğunu söyler
bize. Ne ki son sayfanın boş bırakılması ve dipnota “işte şimdi bize yapayalnız
geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi” ayetinin konması “Lâmelif” için
söylenenleri akıbet endişesine çevirir. Yalnızlık endişe mi, kuşku mudur? Ya da
evveli kuşku, ahiri endişe midir?
-Hayır!
Ne evveli kuşku, ne ahiri endişe. Bu ayet (6/94) kitabın özetidir. Akıbet
endişesi mi? Ne evet, ne de hayır! “kuşkun yalnızlığınla içiçedir.” Bu kitapta
birinci tekil şahıs zamiri yok. İkinci tekil şahıs zamiriyse, herkes, bütün
harfler yani. Dediğim gibi “Müslümanların yalnızlığı”ndan bahsediyorum.
Müslümanların yalnızlığı küfre karşı, kapitalizme karşı etkin, üretken,
devingen, işlevsel bir makamdır. Yüksek bir makamdan söz ediyoruz. Her makamın
kendine göre de bir dili vardır. Lâmelif, bu makamda diğer harfler gibi bir
menzil. Bu kitapta sözü edilen, dile getirilen işte böyle bir yalnızlık..
Bahçe'nin Epik Sürgünü, ilk
kitabınızdaki yalnızlığı mekân çerçevesinde dillendirir. Bahçe metaforu
etrafında tarih, dünya, hayat hatta öbür dünya konularına değinilir. 8. kapı:
borges'in yanıtı'nda; “insan öbür insanlara belli anlarda düşman olabilir,/ ama
bir yurda hiçbir zaman düşman olamaz” sözünden de hareketle mekânı anlamak,
kişinin kendini anlamasında ne kadar mühimdir? Ya da Bahçe'nin Epik Sürgünü
kişiyi mekân noktasında anlamaya yönelik bir çaba mıdır?
-
Sondan başlayarak evet diyebilirim. Mekân, asıl mekân cennettir. Bizler, Âdem
soyu olarak cennette yaratıldık, ama toprağımız buradan; su cennetten, toprak
dünyadan. Hayat memat meselesi yani. Hayat cennetten, memat (ölüm) dünyadan.
Bizler, İblis sayesinde cennetten (asıl hayattan) çıkarılıp ölüme sürgün
edildik. Mekânı bu şekilde anlamak, zamanı da mekâna göre yorumlamak olağanüstü
açılımlar kazandırabiliyor. Mekân içinde mekân, yepyeni imkânlar açar önümüze.
Bahçe'nin Epik Sürgünü'nde metafizik kurguyu, metafizik dili iyi
çözümlemek gerek. 'Sürgün'ün yalnızlığı dille kurulan bir sorgulama yöntemidir.
Dünya ve dil, değil mi ki her ikisi de yalnızlığın evidir.
Sürgün,
bir sürgün olarak indiği dünyayı paranteze alır, almak zorundadır; çünkü o bir
sürgün olarak, metnin, asıl metnin (ve/veya mekânın) dışına çıkmıştır. Asıl
mekân parantezin dışındaki esas metne aittir. Buna levh-i mahfuz da
diyebiliriz. Parantez içine alınan 'dünya' kelimesi, esas metni açıklamak,
kapalı kısımların anlaşılır kılınması içindir. Paranteze almak için sürgün
edilen Âdem'e her şeyin isimleri öğretilir, kelimeler verilir, dili kullanması
sağlanır. Burada epik sürgün olan Âdem 'dünya'yı paranteze almazsa, şirk koşmuş
demektir; çünkü sürgün olarak indiridiği mekânı (dünyayı) asıl mekân olarak
görme yanılgısına düştüğünde sürgünlüğünü unutur, bu geçici bahçeye (dünyaya)
yerleşmeye, tapusunu almaya çalışır.
Bu
kitapta söz ettiğim 'bahçe' bir mekân olarak yeterince anlaşılmadı gibi geliyor
bana. Bu durum biraz da benim bir 'bahçe' içinde ikâmet etmemden kaynaklanıyor
sanki. Meselâ ilk bölümü 2006'da bir dergide yayımlandığımda, Alanya'dan hiç
tanımadığım birisinin elektronik iletisini almıştım. Osmaniye'nin Bahçe
ilçesindenmiş, şiiri okuduğunda çok mutlu olduğunu falan ifade ediyordu. Birçok
bölümde, evet, böyle anlaşılmaya müsait şeyler var, ama bütün olarak
bakıldığında 'bahçe'nin konumu ve anlamı değişir. Somut 'bahçe' görüntülerinin,
sembolik, alegorik anlatım gereği kullanıldığının ayırdına pek varılmadı gibi
geliyor bana.
Bahçe.
Bir imge. Sürgünün bulunduğu yeri ve/veya geldiği yeri her ikisini de belirten
bir yer imi.
Sürgünün bahçe'yle bir ilintisi yok.
Bir meyve koparmış değil, bir ağaç budamış değil. O sadece sürgün bahçe'de.
Bahçe kendine ait de değil. Peki ya kime ait? Voltaire'e mi? Kendine ait
olmayan bir bahçe'yle nasıl ilgilenebiliyordu Voltaire? Ben, dedem 'Kara Müftü'
Mehmed Emin Efendi'nin (1882-1949) 'bahçe'sinde bir süreliğine bulunmaktayım.
Dedem de 'bahçe'ye çok sonra dönüp gelmemiş miydi? O da bir sürgün değil miydi?
Voltaire
ne arıyordu bizim topraklarımızda? Arka bahçe olarak mı görüyordu bu
toprakları? Sahiplenmek mi istiyordu? Sorular, sürgünün aklına takılan sorular
bunlardı. Bir anlamda sorulardan, sorunlardan, sorgulardan kaçmak için sürgün
olarak kendine bu 'bahçe'yi seçmiş olabilirdi. (Mehmed Âkif'in Mısır'daki
sürgünlüğü gibi. Sürgünlük de bir anlamda mu'tekifliktir.) Osmaniye'nin Bahçe
ilçesi veya herhangi bir meyve bahçesi sürgünün aslında pek fazla umurunda
değil! O, sadece 'bahçe'de (yoksa 'bahçe'den mi?) sürgün olarak bulunuşunu
önemsiyor.
Bahçe'nin Epik Sürgünü'nde “19. kapı”
insan ve ağaç benzerliği üzerinde durur. İnsanın ağaçlarla kendi arasında kuracağı
benzerlik yalnızlık, konum ve duyarlılık açısından neler ifade ediyor?
-“Ben
bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda” diyor şair. “Bir ağaç gibi hür” diyor.
Birisi sizi çok bekletirse, ona “ağaç oldum” dersiniz. Askerler ağaç dallarıyla
kamufle olurlar. Ağaçlar yalın halde, olduğu gibi insanı temsil ederler.
İnsanla ağaç arasında muhteşem bir irtibat vardır. Buna dair Fütûhât-ı
Mekkiyye'de de bir takım kayıtlar var. Şecere gibi, teşcîr gibi. İnsan da ağaç
gibi karmaşıklıktan, çatışıklıktan ibarettir çünkü.
“bahçeye doğru üç sefer havlayan
köpeğin / havlayışını buduyorum” diyorsunuz Bahçe'nin Epik Sürgünü'nde. Sesi
budamayı, sözü korumak ve ses kirliliğini engellemek adına bir çıkış olarak
görebilir miyiz?
-
'Bahçe' sürgünün her şeye biçim verdiği yer. Âdem'e bütün isimler 'bahçe'de
öğretildi. Âdem bir sürgün olarak yeryüzüne indiğinde her şeye bu
öğrendikleriyle biçim verdi. Ben bir sürgün olarak burada, bu bahçede bir
köpek sesine, havlamaya bile biçim vermiş oluyorum. Yani her şeyi yeniden biçimlendiriyorum,
kendime göre, bana öğretilenlere göre. Ağacı da budayarak biçimlendiriyorum,
köpeğin havlayışını da; çünkü o havlayış da gereksiz uzuyor, kuru bir dal
parçası gibi verimsiz görüyorum köpeğin havlayışını da.
Kaideyi Bozan İstisnalar kitabında, on
yazarın eskizlerinden yola çıkarak yaşadığımız topraklarda İslami bir
duyarlılık geliştirme çabasında olan kişilerin yalnızlıkları üzerinde
duruyorsunuz. Müminin yalnızlığı olarak algılayacağımız bu haletin, on yazarda
değişen yansımalarını görüyoruz. Bu on kişi, önsözde belirttiğiniz gibi,
hayatınızda iz bırakan, tanışma ya da görüşmede bulduğunuz isimler. Eserdeki
içtenlik ve samimiyette de bunu görebiliyoruz. Bunun yanı sıra Nasrettin
Hoca'nın deyimiyle “bir damdan düşen olarak” bu haleti, daha iyi kavradığınızı
söyleyebilir miyiz? Ya da başka bir deyişle taşraya çekilmeseydiniz, onlardaki
bu yalnızlığı aynı ölçüde hissedebilir miydiniz? Ne dersiniz?
-
Bu adamların müstesna kişilikler olduğunu ve bu topluluktaki genel kaideyi
bozduklarını, genel kaideye uymadıklarını göstermeye çalıştım. Yalnızlıklarıyla
da kaideye uymadı bu adamlar. Mehmed Âkif'e bakalım; bütün ömrünü verdiği
davanın sonunda millet İstiklâl'i kazanmışken, o neden Mısır'da yalnızlığa
çekildi? Nuri Pakdil'in sükûtu ne anlama geliyor? Sezai Karakoç'un şiiri okunsa
da bir parti kongresinde, başbakanın ağzından ve bütün partililer ağlasa da
Sezai Bey ayrı bir keyfiyettir ve hiçbir resmî kaideye uymaz.
Bu
kitabı oluşturan eskizlere buraya çekilmeden önce başlamıştım. Burası 'taşra'
değil. 'Taşra'nın olabilmesi için 'merkez'in olması gerekiyor. Şu anda küresel
anlamda bir 'taşralılık' yaşanıyor. İstanbul ne kadar merkezî konumda değilse,
merkezî konumunu yitirmişse burası da Osmaniye olarak o kadar merkezî konumdan
uzak. Dolayısıyla ben, taşraya çekilmedim, taşramı değiştirdim sadece!
Yalnızlık, dünyada olduğumuz sürece bizim hep peşimizdedir.
Yeniden
bir konumlama durumundayım, kendimi yeniden bulma, kendimi ve başkalarını
tanımlama çalışması.
On yazara bu perspektiften bakmanız,
şair ve yazar olarak tanıdığımız Ömer Aksay'ın ressam yanını da görmemizi
sağlıyor. Üslubunuzda, bakış açınızda ve de yorumlarınızda gördüğümüz sadeliğe,
kesinliğe, hassasiyete ve bütünlüğe ressamlığınızın katkısı var mı? Ya da bu
hasletleri kazanmanızdaki etkenler neler, bizlerle paylaşabilir misiniz?
-
Ben bir gözlemciyim; hem şair olarak, hem de ressam olarak hiç fark etmez.
Gözlem yapıyor ve sürekli not alıyorum. Şiiri oluştururken de resim yaparım,
resimden yararlanırım. Bunlar, yalnızlıklarını takip ettiğim adamlar. Başkaları
da var, onları da bir gün yayımlarım inşallah.
Kaideyi Bozan İstisnalar kitabında
İsmet Özel'in yeri özel. Siz de “defterin en ilginç bölümü” olarak
belirtmişsiniz. Bu eskizlerin eklerle uzaması, şairin kişiliğinden mi yoksa sizin
hayatınızda bıraktığı izin etkisinden mi? Söz buraya gelmişken, İsmet Özel'in
şiirinden hareketle, bir şair olarak Türk şiirini nasıl değerlendirdiğinizi de
soralım. Ayraç dergisinde çok ses getiren bir şiir değerlendirmeniz olmuştu, bu
konuya da değinebiliriz böylelikle.
-
Türk şiiri bugün, gelinen yerde işlevsiz bırakılmıştır. Yaşanan siyasî,
ekonomik, sosyal, ekolojik, dinî her türden yaşamı belirleyen faktörlerin
(etmenlerin) karşısında şiir büsbütün işlevsiz durumda kalmıştır. Bu idrak
edilen bir vakıadır. Türk şiirinin işlevsizliği şairlerin de işine geliyor.
Kolayca yazılan, kolayca tüketilen bir şiir ortamı oluşturuldu. Hâlâ 'İkinci
Yeni' aşılamadı. Hâlâ yeni bir atılım yapma gücüne sahip değil Türk şiiri. Bu
nekahat dönemi bu kadar uzamamalıydı. Bunun birçok sebebi var. Bir örnek vermem
gerekirse, sözgelimi Suriye olayını bir Adonis kadar bile doğru ve net
göremiyor Türk şairi, ne yazık ki! Hiçbir kale tek başına savunulamaz. Türk
şiiri eğer bir 'kale' konumundaysa, bu kaleye düşman çoktan girmiş durumda.
Bunun ister altını ister üstünü çizebilirsiniz: Bugün yazılan şiir kale
alınacak bir şiir değil! Türk şiirinden söz edebilme imkânı kalmadı. Nedenini
de söyleyeyim. Çünkü epeydir yazılan şiir, başlığındaki muhteşem etkiye koşut,
beklenen işlevi ne yazık ki gösteremiyor. Süslü, şatafatlı kitaplar, şiirler
yayınlanıyor. Sadece gösteriş! Şiirlerin içi boş, emek verilmiyor, sıkı şiir
yazılmıyor. Seviye çok düştü. Çok aşağı seviyede, şair geçinen birtakım zevat,
yeterli bir şuura erişmeden şiire bulaşabiliyor bu toplulukta! Hayret! Mimar
Sinan'dan sonra nasıl bu kadar çirkin mabedler yapabiliyorsak; Yunus'tan,
Bâkî'den, Nâbî'den, Âkif'ten sonra da bu kadar kötü şiirler yazmamız
kaçınılmazdır. Hiçbir zaman, bu kadar seviyesi düşmemişti Türk şuurunun! Şuur
seviyesi düştüğünde bir milletin, şiir seviyesi de düşüyor. Muallim Nâci'nin
dediği gibi:
“Erbâb-ı
teşâur çoğalıp şair azaldı
Yok
öyle değil, şairin ancak adı kaldı.”
Ayraç
dergisindeki şiir değerlendirmemde bazı taşları kaldırıp altındaki haşeratın ortaya
çıkmasına sebep oldum. Birilerinin işine gelmedi bu durum tabiî ki. Haşeratın
gizlenmesi işlerine geliyor, taşları kaldırmayacaksınız. Türk şiirinde veya
siyasetinde gelinen yerden bahsettiğinizde, kimsenin foyasını ortaya
çıkartmamanız gerekiyor, çıkartırsanız üstünüze atlıyorlar, çamur atmaya
kalkıyorlar, bozuk olan ağızlarını daha da bozuyorlar. Olumsuz tarafların
eleştirilmesini saldırı kabul etmek de bir seviyesizlik işaretidir.
Son olarak dergimiz okurlarına yazmak,
okumak adına neler söylemek istersiniz? Özellikle edebiyata ilgili gençlere ne
gibi tavsiyede bulunursunuz?
-
Nitelikli, keyfiyet sahibi, bilincine sahip çıkan okur olmalarını tavsiye
ederim. Ancak nitelikli okurlara sahip bir toplulukta nitelikli bir edebiyattan
söz edilebilir. Maalesef hızla yayılan, popülist, nicelik peşinde koşan,
tüketime dayalı edebî (!) yaklaşımlar kendine uygun gelişigüzel bir topluluk
ortaya çıkarttı. Yönsüz, istikametsiz, gelişigüzel bir topluluk; elbette
dinamizmden uzak ve sığ. Bütün dünyada küresel sistem bunu istiyor. Öyleyse
genç okur bunun tersini yapmalıdır.
Üç kitabınızı merkeze alarak bir
mülâkat yapmayı arzu ettik. Birbirinden kıymetli bu üç eserin tanınmasında
bizim de bir nebze katkımız olsun istedik. Bu vesileyle Ömer Aksay ağabeyimizi
biraz daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Bize zaman ayırdığınız, böyle bir
mülâkatın oluşmasını sağladığınız için Güneysu dergisi ve ayrıca kendi adıma
çok teşekkür ederim.
-
Ben teşekkür ederim.
Güneysu Dergisi, 103. Sayı, Güz 2012.
Yorumlar
Yorum Gönder