BÖRKÜLEY ANA


Öptüm, sıcaklığı ilk günkü gibi. Hâlâ beni görmeye geldiğiniz ilk günkü sıcaklık dudaklarımda. Karda, kışta kıyamette bile sıcacık. Önceleri her gün gelirdim. Sonra haftaya düştü gelişim, sonra aya.  Bu düşüşler muhabbetin azaldığından değil, takatin azalmasından. Hâlâ buram buram reyhan kokuyorsun Börküley Ana.

 

Kocadım ben de. Buna inanmak istemesem de öyle. Ayaklarım beni götürmeye mecalsiz, dizlerim ayakta kalmaya takatsiz… Evden bu tepeye kadar gelmek ölüm oluyor. Buraya gelmesem de olmuyor Börküley Ana. Bir yanda sen diğer yanda Ali’m. Bir gün gelmesem öbür gün rüyalarıma girip beni çağırıyorsunuz. Kalkıp bir heyecan, bir helecanla yanınıza geliyorum. Her gelişimde taşlarınızı öpeyim, yanınıza uzanayım istiyorum. Olmuyor bir türlü. Taşlarınızı öpme hevesiyle geldiğim yollardan dönmek, sürünmek oluyor.

 

"Dünya sürgünlüğü, sürgünlerinin arasında olduğumuz için belalıdır. Bazen sürgün olduğumuzu unutur, sürgün olmaya kalkarız hevesle. Toprağa kök salma, yanımızdaki, yöremizdeki toprağı sahiplenme... Bunlar unutuşun belirtisi” demiştin. Şimdi düşünüyorum da sürgün niçin sürgün verir? Niçin benimser sürüldüğü yeri? Unutmak, çok korkunç… Her soruya cevap da bulamıyorum senin gibi Börküley Ana. Çoğu soru havada kalıyor ya, aldırmıyorum: “Soruların havada kalması mesele değil kızım, bir gün onları oturtacak bir yer bulursun. Mesele sorular ayağa kalmaz ve görünmez olursa ortaya çıkar. Sen ondan kork!” demiştin. Dediğin gibi sorular zamanla cevabını buluyor. O yüzden soruların çokluğundan değil, yokluğundan korkuyorum. Çünkü sorular azaldıkça korkum çoğalıyor.

 

Bir Fatiha, on bir İhlâs okudum önce Ali’me, sonra geldim sana. Selim’i de yanınıza getirsinler istedim; yer yok dedi çocuklar alıp şehir mezarlığına götürdüler. Senden sonra ona da okudum. Tekrar tekrar öptüm taşlarınızı, toprağınızı ellerimle okşadım tekrar tekrar. Sadece bu topraktaki güzelliği hissediyorum artık. Parmaklarım çoğu şeye duyarsızlaştı, duyduğu tek şey toprağın güzelliği. Anadolu toprağı, ana toprağıdır çünkü. ‘Niçin Anadolu?’ demiştik kızlarla bir gün sana, güldün tatlı tatlı. Sonra yumuşacık sesinle; “Benim gibi evlatlarına saçını süpürge eden binlerce ana var da bu topraklarda, ondan Anadolu” dedin. Gülüştük biz de ak saçlarını süpürge gibi sallayarak “Anadolu” deyişine. “Gülün, gülün” dedin, “yarın ana olunca görürüm sizi!” Bugün daha iyi anlıyorum Anadolu denilmesini, köy benim gibi yaşlı, dul analarla dolu. Sanki bugün için söylenmiş bu. Dünkü anaların yanında evlatlar da vardı. Bugün analar yapraksız ağaç, bir başına… Şehit anası olunca durum bir başka yalnız. Derdin ya Börküley Ana: “Şehit anası olunca toprakla daha bir yakınlaştım. Toprak benim anamdı, şehidimle ben de toprağın anası oldum.” Bu sözünü anlamazdık, şehit anası olunca anladım toprağa ana olmayı. Sen gittin toprak anam oldu, Ali’m gitti toprağın anası oldum.

 

***

O günü hiç unutmam. Gördüğüm en güzel sabahtı. Penceremden ışıklar, tüllere aldırmadan hücum etmişti yüzüme. Bir aydınlık çarpıntısıyla uyanmıştım. "Bu oda bu kadar güzel miydi?" demiştim şaşkınlıkla. Işıl ışıldı duvarlar. Ahşap çerçeveleri pencerenin o kadar ağır başlı duruyorlardı ki bu kadar yakışıklı olduklarını, bu odaya bu kadar yakıştıklarını hiç görmemiştim Börküley Ana. Hele odanın tahta kapısı, Osmanlı sarayından gelmiş bir elçi gibi bütün zarafetini gün ışıklarına sermişti. Oymaların bu kadar sanatlı, çivilerinin bu kadar simetrik çakıldığını ilk defa görüyordum. Kalkıp kapı ve pencereye sarılasım gelmişti; ne kadar güzelsiniz diye. Köy yerindeki bu evimizin bir saray yavrusu olduğunu düşüneceğimi, bu kadar güzel göreceğimi rüyamda görsem inanmazdım. Rüya deyince bir çimdik atmıştım kendime. Yoksa rüyada mıydı ne diye. Canımın acıdığı hissetmiştim, o zaman rüya değildi. Yoksa annemin dediği gibi” koca kız mı olmuştum” dedim kendi kendime. Ondan mıydı bu bakışımdaki değişiklikler? Gülmüştüm sonra kendi kendime: "Bu olur işte!" demiştim. Yataktan doğrulurken mutfaktan annemle ablamın seslerini duydum. “Ablam mı gelmiş? Hayırdır inşallah” demiştim.

 

Mutfağa girmiştim. Annem suçlandı kendi kendine, konuşmasını kesip ayağa kalktı: "Abla kardeş siz konuşun" dedi. Mutfaktan çıkmıştı. Ablam “geç karşıma otur" dedi. Şaşkınlıkla geçip karşına oturdum. "Hayırlı bir kısmet var sana" dedi direk lafı dolandırmadan. Başımdan kaynar sular dökülmüştü. Boğulacak gibi olmuştum. "Dur, hemen" dedi, "öyle telaşlanma; onlar seni, sen onları göreceksin. Beğenirsen, beğenirlerse bunu konuşuruz." Böyle deyince korkum yerini şaşkınlığa, şaşkınlık da utanmaya bıraktı. Yüzümün kızardığını, yanaklarıma alevlerin yürüdüğünü hissettim. Ablama bir şey diyemedim. "Börküley Ana'nın küçükoğlu. Bana kalırsa devlet kuşu bu senin için. Oğlan yakışıklı. Anası desen melek. Bu köy yerinde bundan iyi talih bulunmaz. Anam seni Kadir gecesi doğurmuş olmalı" dedi. Arkasından daha bir sürü laf etti fakat başım uğulduyordu, duymadım. "Börküley Ana" ismini daha evvel de duymuştum. Seni bir kez de uzaktan gördüm. "Anneme niye ‘Börküley’ diyorlar?” dedim. "Börklü Leyla'yı kısalttılar, Börküley dediler" dedi. Hayal meyal hatırladım simanı. Ablam konuşmasını bitirmişti. En son "akşam gelecekler ona göre" deyip kalkmış, "Ben gidiyorum hadi görüşürüz" diyerek çekip gitmişti.

 

O gün akşam nasıl oldu, hatırlamıyorum şimdi. Heyecan, korku, endişe, utanç, merak... Arapsaçına döndü. Kalbim kâh korkuyla, kâh merakla kâh utançla çarpıp durdu. Akşam olmuş, babam gelmişti. Annemle arka odada bizden gizli konuştuklarını gördüm. Akşam yemeğine oturduğumda annemle babam hâlâ fısıl fısıl konuşuyorlardı. Babam benim dikkatlice kendilerine baktığımı görünce kaşığı almış, "hadi hayırlısı" diyerek konuşmayı bitirmişti.

 

Geldiniz, beni gördünüz Börküley Ana. Elini öpmek için uzandım, sen önce salâvatlaştın, sonra öptürdün. Yine o sımsıcak ellerinle tuttun ellerimi ve "kızımız bu mu" diyerek kalkıp sımsıcak sarıldın bana. O sıcaklığı hiç unutmam. Beni evlenmeye ikna ederken annem de söylemişti:  "Kaynananı benim kadar çok seveceğine eminim. Töreyi bilen, büyüğü sayan, küçüğü seven halis bir Anadolu kadını çünkü. Ne hakkını yer, ne hakkını kor. Sevgi, bir parça da adaletin çocuğudur kızım. İnsan adil olanı sever. Ben bazen duygularımla davranmış, adil olmayı unutmuş olabilirim. Fakat Börküley Ana, duygularına göre davranmaz; bilgece davranır, duyguları ona uyar. Bu yüzden daima sevecendir, herkesi sevecek kadar yüce bir gönül barındırır sinesinde." Nasıl methetmişti seni annem, şaşırmıştım. Herkeste bir noksan görmeye, herkesi bir yönüyle kendinden aşağı düşürmeye bayılan annem; o gün sana methiye dizince ne diyeceğimi bilemedim.

 

***

Börküley Ana,  bir sonbaharda girdin hayatıma. Çocukken “ömrün uzun, düğünün güzün olsun” diye dua ederlerdi ninelerim, dedelerim. Duaları kabul olmuş ki bir güz günü telli duvaklı gelinin oldum.

 

Selim, yetimliği doyasıya yaşamış, sessiz, uysal biriydi. İşinde gücündeydi. Erkenden kalkar, bağ bahçe işlerine bakar. Arta kalan zamanını da atölyede geçirirdi. Mahir bir ustaydı. Tarım aletlerinden ev aletlerine kadar her şeyi tamir ederdi. En güç işlerin altından bile ustalıkla kalkardı.  Akşam karanlık çökene kadar atölyeden ayrılmazdı. Bazen yanına uğrardım. Körük çevirir; bıçak, tahra, balta yapmasına yardım ederdim. Çok fazla yorulmamı istemez: "Bu işler sana göre değil. Hadi, eve git yorulma sen!" derdi. Üç gözlü, şirin bir ev yapmıştınız bana Börküley Ana. Pencerelerinde çiçekleri olan... Sabah etrafı toplayıp çiçeklerimi sulayınca soluğu yanında alırdım. Anlattıklarını can kulağıyla dinlerdim. Diğer gelinlerin, köyün kızları da gelir söz bereketlenirdi. Hiç kızın yoktu ya "köyün bütün kızları benim kızım" derdin. Bütün kızları, gelinleri başına toplayınca başlardın kıssadan hisse olan hikâyeler anlatmaya.

 

Radyo yeni gelmişti. Dikkatlerimizi çekse de cızırtılı bir sesle radyodan ziyade yüreğimizin bam teline dokunan senin hikâyelerini dinlerdik. Gelinlerin çocuklu olanları, erken dağılır. Kızlarla bir hikâye daha dinlerdik senden. Akşam hazırlığı için kızlar da dağılınca baş başa kalırdık. O vakit bana yaşadıklarını anlatırdın. Sıcak dokunaklı bir sesin vardı. Tatlı tatlı konuşur, kendini ilgiyle dinletirdin. Böylesi anlarda bir ömür Börküley Ana konuşsa ben de ses etmeden dinlesem, derdim içimden. Sen konuşmaya başladığında sanki vakit durur, huzurun kapısı ardına kadar açılır, sesler birbirine ulanarak bir gökkuşağına dönerdi. Ara ara "kızım" derdin sımsıcak. İlk günkü sıcaklıktaydı sözlerin de.

 

Börküley Ana, "kızım" demiştin, "erkekler, kadınların kendilerine sığındıklarını düşünürler. Bunu hissettirirsen bir liman gibi olurlar, sessiz ve dalgasız. Tersi olursa fırtına koparan denize dönerler, seni dalgalarıyla boğmak isterler. Bu sebeple ona sığındığını hissettirmeli kadın" diyerek kendi bildiğin kadınlığı bize aktarırdın. "Erkek" demiştin bir keresinde "fasulye sırığı gibidir kadın ona dayanmalı, sarılmalıdır. Bu güven içinde oluşur yuva. Çekip çeviren kadındır çünkü." Kadın ve erkek ilişkisi hakkında anlattıkların gibi bütün anlatıların, masalların, mesellerin kendi çevremize uygun, yaşantımızla uyum içinde olurdu. Sonra anlattığın hatıralar "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" atasözünü çağrıştırırdı bana. " 'Aramızda hatır gönül olsun' diye anlatıyorum bu hatıraları" derdin. Bir hikâye sığmayacak kadar çoktu anlattıkların. Senin anlatacakların çoktu, benim de dinleyecek vaktim.

 

Selim atölyede iyiydi. Yanına gelenlerle koyu sohbete tutuşurdu. Bazen yemeğe bile gelmezdi. İşi çoksa da gelmezdi. O vakit bir tepsiye yemeğini hazırlayıp götürürdüm. Atölyenin ön tarafı yola baktığı için arkadan benim geldiğimi kimse fark etmezdi.  Atölyeye yaklaşınca konuşmalar, gülüşmeler geliyorsa geri dönerdim. Çünkü Selim, birileri varken atölyeye girmemi istemezdi. O da benim gibi konuşmaktan ziyade dinlemeyi severdi. O yüzden evde birbirimizin gözüne bakar sus pus otururduk. İkimiz de gündüzleri dinlemekten yorulduğumuz için akşamları sessizliği paylaşırdık. Mevsime göre getirdiğin yemişleri yerken dişlerimizin şakırtısı, dudaklarımızın kıpırtısı bazen büyük bir gürültü olurdu odada. Böyle olduğunda tatlı tatlı gülüşürdük ve daima bu tatlı sessizliği bölüşürdük.

 

***

"Güneş zirveye çıkınca ağacın duldasına, yaş zirveye çıkınca çocuğun duldasına sığınmalı insan" dedin ve yaşın yetmişi aşınca evimizin karşısındaki tek gözlü evini bırakıp geldin bize. Eski eşyaları çocuklarına "madden fakir olsalar da manen zengin" diyerek birer birer dağıttın. "Şu senin doğumunda alındı, baban elli tas buğday satmıştı bunun için. Maraşlı Bakırcı Ökkeş Emminin işi bu. Kalayını çabuk vermez, bir kalaylandıktan sonra üç beş yıl yeni gibi kullanırsın... Bunu seni görmeye gelirken hediye diye getirmişlerdi. Bıçak değil, sanat eseri. Sapı camız boynuzundan. Çifte su verilmiş Bıçakçı İbrahim Emminin işi. Senede bir defa bileylensin yeter. Soğan doğrarken elini dalamaz…” Her eşyanın hatırasını, bugüne kadar korunmasını sağlayan hatırlarını da anlattın dağıtırken bir bir.

 

Börküley Ana, sen otururken komuta merkezi olan tek gözlü evin, üç beş ay içinde dertlenmiş gibi çökmeye; saçakları, kapısı penceresi dökülmeye başladı. Bir gün pencereden evine bakarken yakalamıştım seni. Uzun uzun evine bakarken ben de sana bakmıştım. Farkına varmana rağmen bakmaya devam ettin. Ben de inat ettim gitmedim. Nice sonra döndün bana ve dedin ki: "Ev de farkında terk edildiğinin, birden çökmesi ondan. 'İnsanı gam, duvarı nem yıkar' derler ya, gam da nem de aynıdır çünkü. Farkı insanın gamı gözünde nem, duvarın nemi yüzünde gam. Eşya da bizim gibi kahırlanır, içlenir. Onu da gam yıkar." Soluklandın ve devam ettin: "Ölmeden ölmek bu olsa gerek gelin; gelin geldiğim, çocuklarımı yetiştirdiğim ev karşımda dökülüyor. Ben de ölü gibi izliyorum." İkimizin içini de kor gibi yakan bu sözlerden sonra sen gözyaşını sakladın, ben de mahrem bir duruma tanık olmanın acısıyla yanından uzaklaştım.

 

Aylar geçse de misafir gibi davranmaya devam ettin Börküley Ana. "Ana evinmiş gibi davran" dedikçe acı acı gülerdin; "dünya bize misafirhaneyken nasıl ev sahibi oluruz gelin" derdin. Sonra "Bu yaşta insan serinlik kadar sessizlikte arar " deyip eline tespihi alır bir köşeye çekilirdin. "Çoğu zaman dünya" derdin, "yalan değil, yılandır aslında kızım.  Kuyruğundan tutarsan ya da üzerine basarsan ısırır, zehirler. Çoğu insan ya kuyruğundan tutmuş, ya üzerine basmıştır. Dünya yılanın zehri efsunludur hiç belli etmez kendini. Koyu bir unutkanlıkla yerleşir bünyeye. Her şeyi unutturur. İnsan geldiği yeri, gideceği yeri unutmaz sadece, bazen insanlığını bile unutur." Buna rağmen her insanın yardımına koşardın. Bana da: "Sakın" derdin "bunlar iyi oldukları için iyilik yaptığımı sanma. Yapıp ettiğim onların değil benim kârıma. İsterim elbette onlar da bilsinler. Fakat gücenmem bilmiyorlar diye. İyiliği, güzelliği öğrenmek kolay iş değildir kızım. Biliyorsan iyilik yapmayı, geri durma. İnsansa ayrı gayrı gözetme, yap bildiğin iyiliği. Döner, dolaşır o iyilik seni bulur nasılsa".

 

Bir keresinde köşede tespihini çekerken, gözlerin dolu dolu olmuştu. Yanına gelince: "Kızım" dedin, "huzur ve huzursuzluk gece ile gündüz gibidir. Birbirini takip ederler sürekli. Kendini huzurlu hissettiğinde bil ki huzursuzluk kapıda sırasını bekliyordur. Kocam öldüğünden kırk bir yaşındaydım. Altı çocukla bir başıma kaldım: En büyüğü yirmisinde askerde, en küçüğü ikisinde kucağımda... Kayınlarım, görümcelerim, kardeşlerim, bacılarım... Allah yoklukları vermesin; acımı hafiflettiler. Sağ olsunlar, acım tazeyken her derdime koştular, huzursuzluğumu huzura çevirdiler. Çocuklar büyüyünce acım biraz eskidi. Bu sefer de hepsi anlaşmış gibi benimle selamı sabahı kestiler birden. Huzurumu huzursuzluğa çevirdiler. Aldırmadım, her isteklerine koştum. Büyüğüm demedim, ben onların ayağına gittim. Gücenmek güçle alakalıdır. Kendimi güçsüz gördüğüm için üzülmek yerine unutmayı tercih ettim. Unutmak, rahmet kapısıdır. Gurur yapmadım, unuttum ben de. Kendimi o kadar çok unutmaya zorladım ki bazen huzuru da huzursuzluğu da unuttum." Bunları söylerken gözyaşların kurumuş, insanın içini ısıtan o sıcacık bakışların yerleşmişti gözüne. Birkaç saniye sonra yeniden bulutlandı bakışların. Üzüntü ile sevinç peş peşe duruyordu yüzünde.

 

“Bazı şeyler de var ki bir yanı huzur olur, bir yanı huzursuzluk” der demez anladım; söz yine Muhammet’e gelecekti. Onun şehadetini, gördüğün rüyayı, cennetteki makamını, içinde kor gibi duran acıyı, şehit anası olmayı anlatacaktın yeniden.  Ben Ali’mi şehit vermeden anlamazdım seni Börküley Ana, aynı acıyı tadınca anladım acını. Çünkü birilerine anlatarak sağaltıyordun derdini günbegün. Dediğin gibi tuhaf bir dert bu Börküley Ana. Genç yaşta hayatı bırakıp gitmesine yanan kor gibi yüreğin üstüne şehadet muştusunu serperek serinlemeye çalışıyordun. Tazecik toprağa verdiğin evlat acısıyla beraber harmanlıyordun şehadet sevincini. Şehitler kervanına katıldı evladım diyordun, cennete peygamberlerden sonra girecek diyordun… Buruk bir sevinçle doluyordun. Huzurla huzursuzluk, mutlulukla mutsuzluk, acıyla sevinç… iç içe gerçekten.

 

 

***

Börküley Ana, güneş zirveye çıkınca da yaş zirveye çıkınca da bana düşen dudun duldası oldu. O hani sırtını vererek bize kıssalar anlattığın dudun. Yazları birçok geceyi bile dudun duldasında geçiriyorum. Dediğin gibi duldayla gölgenin aynı olmadığını da yeni anladım. Gölge ışıkla ilgili imiş, dulda daha başka. Mesela gecede de dulda var ve beni esintilerden koruyor; hem yellerin, hem hatıraların esintisinden. Ablamı geçen yıl uğurladık Börküley Ana senin yanına. İçimde bayram sabahlarından kalma bir sevinç, sıra bana geldi diye.

 

Üç oğul büyüttüm. Üçü de erkek oğul. Rabbim bana da bir kız oğul vermedi. Ortanca oğlum Ali’yi şehit verdim, şehit anası oldum senin gibi. Aylarca için için ağladım. Kimsenin yanında acımı belli edemedim ayıplarla diye. “Şehit anasısın dik dur” dediler, dik durdum. “Ağlama” dediler, ağlamadım. “Börküley Ananın gelinisin, daha güçlü olmalısın” dediler, ona da “tamam” dedim. Senin gibi tespihimi alıp bir köşeye çekildim. Bir yandan Allah dedim, bir yandan usul usul döktüm gözyaşlarımı. Teröre lanet ettim. Yüreğim yansa da aldığımız terbiye gereği teröristlere hidayet vermesi için dua ettim Rabbime. “Hidayete ererlerse hidayet ver, ermezlerse kahreyle Rabbim” dedim ‘kahr’ kelimesini uzatarak acıyla ve gözyaşlarıyla binlerce kez.

 

Acımı hafifletmek için sürekli mezarlığa gittim senin gibi. Mezar taşlarının serinliği ile yüreğimi serinletmeye çalıştım. Diğer oğullarım, torunların okudu, uzak şehirlerde iş buldular, oralara yerleştiler. “Gidelim ana” dediler. “Yok” dedim. Ne seni bırakabilirdim burada, ne Ali’mi tek başına. Şimdi gelenim gidenim olmasa da içim rahat. Sarıldığım şu mezar taşından aldığım huzuru hiçbir eşyada bulamam.

 

Usulca bir daha öptüm taşını. Kalkmaya niyetlendim oturduğum yerden. Yaş yetmişi geçti, ha deyince kalkılmıyor. Bir el uzandı tuttum, kalktım. Etrafta kimseler yok, hayıflandım. Bir el mi uzandı, bana mı öyle geldi? Çabuk toparlandım, izin vermedim korkuya. Bir el uzanmışsa o el senin elindir dedim. Bütün hayalinle ve ruhunla hâlâ yanımdasın çünkü… Hâlâ benimlesin Börküley Ana.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET AKİF ERSOY’UN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ

ŞİİR SÂHİLİNDEN DİPNOTLAR / Yeni Şiir Gündelikleri II