ŞİİR SÂHİLİNDEN DİPNOTLAR / Yeni Şiir Gündelikleri

(Sinop / Gerze)

“Sizi dipnotların tümünü bir boş vaktinizde okumaya davet ediyorum.”

Bu teklif, rahmetle andığım, zihinlerimizde ve gönlümüzde iz bırakan seçkin sosyoloji profesörlerimizden Hüsamettin Arslan’a ait bir tekliftir. Onun yazdığı, tercüme ettiği her eserde mutlaka şiire uzandığım bir taraça, şiirle buluştuğum bir selâmlık, şiirin kokusunu aldığım bir sâhil kasabasında küçük bir kameriye bulmak beni hep yüksek duygular katına ulaştırmıştır.

//

Sevgili dost Ahmet Doğru’yla buluştuk; yıllar sonra, yeniden, yine heyecan dolu. Güneysu hâlâ yayınına devam ediyor, Ahmet Doğru hâlâ genel yayın yönetmeni. Sekiz yıl önce Türk Dili’nde başlayan ve iki yıldır Hece’de devam eden ‘Şiir Gündelikleri’me, Güneysu’da yeni bir kanal, bir kanyon daha açmak istedim: ‘Şiir Sâhilinden Dipnotlar’ adıyla buradan da ulaşabileceği yere (neresiyse o yer, neredeyse?) ulaşsın bakalım. Bu dipnotları takip ederek, bu kanyondan geçecek birileri belki çıkar diye umuyorum.

 //

Şiir, bizim için hüccet, delil, mahkemeye sunulan belge niteliğindedir. Büyük mahkemede, mahkeme-i kübrâda şiirin, lehimize ya da aleyhimize hüccet olması kaçınılmazdır. Kimin hücceti? Milletin elbette. Şiir, millet için hüccet teşkil ediyor; ya milletin beratına, kurtuluşuna ya da milletin mahkûm oluşuna. Şiire sahip çıkmak şuura sahip çıkmaktır. Şiir bizi olgunlaştırırken, millet olarak şuur seviyemizi de belirliyor. Çukurova’da, on yedinci yüzyılda yaşamış Karacoğlan bize çok önemli bir hüccet getiriyor:

İndim seyrân ettim Frengistan’ı

İlleri var bizim ile benzemez

Levin tutmuş goncaları açılmış

Gülleri var bizim güle benzemez      

 

Göllerinde kuğuları yüzüşür

Meşesinde sığınları böğrüşür

Güzelleri ‘haçan’ diyü çağrışır

Dilleri var bizim dile benzemez         

 

Seyr idüben gelir Kara Deniz’i

Kanları yok sarı sarı benizi

Öğün eylemişler kara donuzu

Dinleri var bizim dine benzemez

 

Akılları yoktur küfre uyarlar

İmanları yoktur cana kıyarlar

Başlarına siyah şapka giyerler

Beğleri var bizim beğe benzemez

 

Karac’oğlan eydür dosta varılmaz

Hasta oldum hatırcığım sorulmaz

Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz

İlleri var bizim ile benzemez


Bu şiir, bizim mensûb olduğumuz dinî seviyeyi, millet olma seviyemizi, dilimizin olgunluk seviyesini gösteren bir hüccet, bir belge niteliğindedir. Divan Şiiri, Âşık Şiiri’yle beraber bize bu hücceti sunan iki büyük şiir kanalıydı. Bugün, bu iki nehir yatağında bir damla su yok. Susuyoruz! Susadıkça susuyoruz! “Türk milletinin Türk şiirinde tecessüm etmesi ilk millî hedeftir.” Karacaoğlan’ın Shakespeare’den kat kat yüksek bir mevkie sahip olduğunu söyleyen İsmet Özel’den başkasından işitilmesine imkân olmayan bu sözün kıymetini iyi bilmek, bu sözü iyi taşıyabilmek lâzım.

 // 

İlk şiir kitabımın (Eski Bir Yalnızlık Dilinde, İstanbul 2002) künyesinde şöyle bir ifade yer alıyordu: “1998’de İstanbul’dan izinsiz ve nizamsız hicret ederek, topraklarını ve kendini savunmak için Çukurova’ya (inzivaya) çekildi.”

Toprağı savunamadım! Topraksızım!


Bahçeler, topraklar bir bir hızla kayboluyor. Toprak yerine beton yığınları görüyoruz artık! Betonlar çiçek açmıyor. Betonlar burcu burcu kokmuyor. Son savunma hattımızı Yüksek Okul’un zeytinliklerinde kurmuştuk sevgili Alâeddin Hoca’yla, o hattı da kaybettik. 


Fakat kendimi savunmaya devam ediyorum! Şiirle!


Çukurova’dan Karadeniz’e, Gerze’ye atadım kendimi. Ahmet Muhip Dıranas’ın memleketi Sinop’la arasına biraz mesafe koyan bir kasaba Gerze. Sakinliğiyle ünlü; fakat sakinliğin huzurla, mutlulukla ilgili bir kavram olduğu sanılıyor burada. Emeklilik (tekâüd) kavramı da öyle. Oturma, eylemsizlik diye tanımlanan tekâüde ayrılma durumu bile insanın huzurunu kaçırabilir aslında. Ne demek eylemsizlik? Bir emekli daha çok, daha verimli eylemler, emekler içinde olamaz mı? Sakinlik daha çok dinginlik demek. İnsanlar hep dinlenmek istiyor, demek ki herkes fazlasıyla ve faydasız bir yorgunluk içinde. Bunun için sakinleştirici ilaçlar gibi sakinleştirici kasabalar seçilerek hastalara şifa diye sunuluyor. Geçici bir sükûnet hâli. Bunun ahmakça mutlulukla, aldatıcı huzurla bir ilgisi yok bence. İnsan dünya huzursuzluğunda, dünya mutsuzluğunda boş yere sakinleşmek ister, sakinleştirici bir şeyler alır. Gerze de işte böyle yerlerden biri. Burada herkesi sakinleştirmişler sanki! İlk intibaım (izlenimim) böyle. Sadece Karadeniz sakin değil!

 

Denizi, martı çığlığını, bulutları ve kendimi savunmak için buradayım, avunmak için değil. Kendi hayatıma sahip çıkmak için! Gelip geçen bir yolcu olmak güzel. Rasûlallah’ın Abdullah ibn Ömer’e buyurduğu gibi: “Dünyada bir garib ya da gelip geçen bir yolcu (âbiru sebîl) gibi ol.” Osmanlı topraklarından geçip başka bir yere giden mallardan alınan transit resmine ‘bâc-ı ubûr’ denmekteydi, yani geçiş vergisi. Şair ‘bâc-ı ubûr’ denilen bu vergiyi şiiriyle mi ödüyor acaba? Bu dünyadan geçip giderken ödediği transit resmi onun şiirleri mi? Latince ‘Transitus’: Öteye geçmek. Geçip gidemiyorum, trafik polisleri sürekli beni çeviriyor.

 //

Uzak durduğum hâlde yine de karşıma çıkan şairlerin (bu topraklarda şairlerden uzak durulamıyor) çoğunun, şiirle uğraşan biriymiş gibi görünmemek için büyük gayret sarf ettiklerine tanık oluyorum. Şiirle bağdaşmayan her işi yapıp şair sayılmak herhalde mümkün değil, bu yüzden bambaşka bir görüntü sergilediklerini sanıyorum. Anlayamadığım, bana yabancı bir ruh hâli bu. Tuhaf bir oyun, bir yanıltmaca. Özellikle isimleri İkinci Yeni’yle anılan yedi kişiye Sirkeci’de, Kadıköy vapurunda falan rastlayan herkes, onların şiir dışında bir şeyle uğraşmadıklarını derhal anlayabilirdi. Şiir dışında başka işlerle de uğraştıkları hâlde, sahtekârlık yapmadıkları ve tepeden tırnağa şiire gömüldükleri için. Bir de başka birinin sûretinde kesinlikle olamadıkları için.

//

Ne kadar tuttu Turgut Uyar’ın bu ‘çıkmaz’ı? Aslında bu ‘çıkmaz’ yani predicament, herkesin işine geldiği gibi, kendince anlamlandırdığı ve güzelliği, ayartıcılığı olduğu zehabına bile kapıldığı metaforik bir ‘çıkmaz’ gibi geliyor bana. Şöyle sormak lâzım: Kendine (ruhuna) işkence etmekten hoşlanan bir toplulukla mı karşı karşıyayız? Şiirin çıkmazda olduğunu görmek birilerine gerçekten zevk veriyor. “Yardım edelim de şu çıkmazdan bir kurtulsun, çıksın” diyen yok. Şiirimiz, aslında bizim kendi tuzaklarımızla kendimizi içine düşürdüğümüz bir çıkmazdadır. Şiirimizin ve insanımızın o kurduğumuz tuzaklarda daha uzun süre kalması için kendimizi sürekli kandırıyor, sürekli kendimizi, vicdanımızı iknâ ediyoruz. Çıkmaya çalışanlara da çelme takıp düşürüyoruz. Tuhaf. Çok tuhaf bir topluluk bu. Kendi kendimize tuzak kuruyor, kendimize pusu atıyoruz her fırsatta. Bu kadar büyük bir şuur kaybının yaşandığı ülkede şiirimizin değil insanımızın çıkmazı hâlâ sürmektedir. Kimse kimseyle doğru dürüst iletişim kuramıyor, çünkü kimse kimsenin ne dediğini anlayacak durumda değil. Anlayan çıksa bile onlar da sadece kendi kendilerini dinlemekte. Çıkmazın güzelliğinden bahsedemeyiz artık, güzelliğin(in) pek kalmadığı bir çıkmazdır bu! Çok karamsar olduysa bu yazdıklarım, yapacak bir şey yok, derhal kusura bakılsın!


Ömer AKSAY, Güneysu Dergisi, Yaz 2022, 135. Sayı, Sayfa: 4-5.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET AKİF ERSOY’UN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ

ŞİİR SÂHİLİNDEN DİPNOTLAR / Yeni Şiir Gündelikleri II