DAĞINIK SAÇLI ADAM

Veli ABA                                                                                                                                                                                                 
Balıkesir’de bulunduğum yıllardı, canlıların bedenine yeniden su yürüdüğü bahar mevsiminde, bir cumartesi günüydü. Kent merkezindeki evimden, kaçarcasına çıktım. Yürüyerek kütüphaneye giderken, gayri ihtiyari ayaklarım beni, kentin kapkara beton duvarlarına inat, kışın soğuklarını yeni savuşturmuş çiçeklerini ve dallarını açmış asırlık ağaçları olan parka götürdü. Güneş ışıkları, parkı bir şemsiye gibi kaplamış ağaç dalları arasında kaçamak bir bakışı andırırcasına, çimlere bir buse gibi konan su damlacıkları ile buluşuyordu. Ve çılgınca o çimlerde yatıp yuvarlanmak isteğime zor engel olabildim. Yol bir hayli uzun olmasına uzun da,  dostlarımla buluşacak olmanın heyecanı ve arzusu yollarımı kısaltıyordu ya da bana öyle geliyordu.

Parkta ağaçlarda geceleyen yorgun kuşlar, sabahın geçtiğini kuşluk vaktinin olduğunu haber veriyordu. Ses tellerindeki gıcığa aldırmadan ha bire uyuyanları uyandırmaya çalışıyor, beklide yeni güne başlarken seslerine ayar veriyorlardı. O saatte benim onları dinlemem, bazen da onlara insan kulağına hiçte hoş gelmeyeceğine inandığım sesimle, hüzün, hasretlik, sevda yüklü bir şarkı ile eşlik etmem, onları rahatsız bile etmedi. Banklardan birine upuzun uzanarak gözlerimi yumup, memlekete, uzaklara çocukluk yıllarıma gittim.

Köyde büyümüştüm. Sabahları şafak sökerken öten horozumuzun sesi,  komşunun horozuyla karşılıklı bir atışmaya hatta meydan okumaya dönerdi. Onların görevleri ya da nöbetleri bitince, ağaçlarda sırasını bekleyen, serçe, araptelli, sığırcık, bitbiti kuşlarının sesleri kaplardı ortalığı. Günün ilk ışıklarıyla ne tarafa gideceğine karar verememiş bir görüntü sergileyen kelebeklerin uçuşması, gece boyunca uyumamıza rağmen kalkıp kalkmama konusunda tereddüt oluşturuyordu. Hafif açık -ığdırık- duran pencereden içeri, oradan da ciğerlerime dolan, bahçemizdeki portakal çiçeklerinin kokusuyla efsunlanmış gibi, bir yer minderinde yatardım. Çocukluk yıllarımda yaşadığım ve hayal edebildiğim cennet bu idi. Anamın sesleriyle uyandırılmayı beklerken, mahalle mescidinden yükselen ezan sesleri kuş seslerine karışırdı. Huşu içinde namazını kılıp duasından sonra, başımı okşar alnımdan öperek uyandırırdı anam. Yatakta nazlanmak bir kere daha okşanmak ve öpülmek için uyanamamış gibi davranır kıpırdar dururdum. Şimdi elime geçse onun, bir okşaması ve öpücüğüne bin defa canımı verirdim.

Akşamdan yoğrulan, buğday unu ile karıştırılan mısır unundan, saçta odun ateşinde pişirilen darı bazlaması yapılırdı. Kokusu uzaklara kadar gider, komşular da bazen bazlama yemeğe gelirlerdi. Bir taraftan da yoğurt yayıkta yayılarak ayran yapılır, sıcak darı bazlamasının içine tereyağı sürülür, üstüne biraz da toz şeker atılır, bir tas da ayran sabah kahvaltısı için yeterdi. Hayat doğal akışı içinde su gibi akıp giderdi. Birden kahvaltılık satan cırtlak sesli bir satıcının yanımdan geçerken ‘kumru, taze taze kumrularım var ‘ sesleriyle gözlerimi açıp yatmakta olduğum banktan doğruldum, tertemiz çocukluk yıllarımdan kopmuş kırkını devirdiğim gerçek hayata yeniden başlamıştım.

İyice yaklaşmış olduğum kütüphaneye koşarcasına gittim. Yirmi üç yıl aradan sonra bir dostu görecek olmanın heyecanı sarmıştı bütün bedenimi. Onun ve arkadaşlarının benim üzerimdeki hakları inkâr edilebilinir miydi? Saate baktım, “iyi süre henüz dolmamış, belki erken gelmiş olabilir” diye adeta uçtum. Kütüphaneye ulaştığımda orada çalışan Yılmaz Türk Beye sordum henüz gelmedi ama gelir dedi. İçeri de biraz soluklandıktan sonra dışarı çıkıp beklemeye koyuldum. 

Kütüphaneye doğru dikkat çekmeyen sıradan, sevimli biri yavaş yavaş geliyordu. O zaman yakıştırdım ‘’dağınık saçlı adam’’ benzetmesini. Selam verdi.  Aleykümselâm deyip selamlaştıktan sonra, tarih gibi yorgun gözlerle bakarak,  konuşmaya başladı; “Veli sen misin?”. “Evet, Alâeddin ağabey” deyip sarılıyorum. ’Zaman ne de çabuk geçiyor Mona’ dizeleri geçiyor aklımdan… Sonra içeri yürüdük. Ve zihnimde Maraş’taki Kültür Derneğinde yapacağı sohbeti unutup Pınarbaşı’na gidişi, oradan Cahit ağabeyin bulup getirdiği günler geliyor bir anda. Gözümün önünde birer abide gibi canlanıyor, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, M. Akif İnan, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil’le onlara ağabeylik eden Sezai Karakoç ve cennet mekân Üstat Necip Fazıl Kısakürek.

İlk tanışmamız bir kütüphanedeydi, son buluşmamız da yine bir kütüphanede oldu. Erdem Bayazıt ağabey kütüphane müdürüydü Maraş’ta. Yine böyle bir bahar günüydü bahçeye konulan masalardan birine oturmuş, Erdem Bayazıt ağabeyin verdiği kitabı okuyordum. Masama elinde iki çayla bir adam geldi. Selam verdi, “oturabilir miyim” diye de izin istedi. “Tabi buyurun ağabey” diye toparlandım ayağa kalktım, getirdiği çayı ikram etti. İlk tanışmamız böyle başlamıştı. Biraz mütereddit, biraz mahcup bir edası vardı. Belki bu halini, birçok dostları, Alâeddin ağabeyin içinde bulunduğu yanlış alışkanlıktan kaynaklandığını düşünebilirler. Ben o halini, insanlarda bulunan mahviyet duygusu olarak gördüm. Hoş sohbetti. Şairler, tabir caizse zor adamlardır, aykırıdırlar, ulaşılamayan, anlaşılamayan adamlardır. O, hiç de öyle değildi. Daha sonra Ankara’da okurken Edebiyat Dergisi‘nin Bakanlıklar semtindeki bürosunda tanıdığım Nuri Pakdil’e insani yönü ve ilişkisi hiç benzemezdi. Nuri ağabeyin, bendeki izlenimi zor adamdı.

İçeri geçip sohbete dalıyoruz. Yılmaz Bey ara sıra çay gönderiyor. Fırsat buldukça sohbete katılıyor, saatler geçmiş haberimiz olmamış, öğle yemeği için birer köfte ayran söyleyip muhabbete devam ediyoruz… Memurlar kütüphaneyi kapatacaklarmış, mesai bitti demesinler mi?  Daha sonra sohbet ve muhabbetle geçen nice yıllar… Üniversitede okuyan gençleri toplar bazen getirirdim, onlara sohbetler ederdi, bazen mahrem kalmasında fayda olan konulara dalardı da ben müdahale ederdim. O birikim ve çağda onların tartamayacağı cinsten konular yani. Bazen da ibretlik konular olurdu da onu gençler not ederlerdi. Hatta Selim Somuncu beye, tez olarak Alâeddin ağabeyi çalışmasını önermiştim; o da çalışmıştı. Bazen de Mehmet Narlı, Cemal Şakar, Yücel Yiğit hep birlikte ziyaret ederdik, onlar ayrılır giderler; beni salmaz, sohbete devam ederdik.

Alâeddin ağabey anlatmıştı; İstanbul’a birer üniversite öğrencisi olarak gittiklerinde kendisi, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören, Sezai Karakoç’u ziyaret ederler. Sezai Ağabey, arkadaşlarını yanına alarak hep beraber Üstadı ziyarete gider.  Evin ikinci katına salona buyur eder üstadın eşi Neslihan Hanım. Ziyarete gidenler büyük bir heyecanla ayakta beklerken,  Cahit Zarifoğlu, üstadın kitaplarını karıştırmaya başlar. Derken içeri Üstat girer, Sezai Ağabey teker teker tanıştırır. Ayakta sohbet ilerlerken Neslihan Hanım mutfakta içecek bir şeyler hazırlar. Cahit Ağabey tekrar kitaplara döner, karıştırmaya başlar. Üstat, “Bre Oğul Beethoven burada durur, sen gitmiş onun notalarını karıştırıyorsun” diyerek ince bir ayar çeker ortalığa. Necip Fazıl’la İstanbul’daki irtibatları böyle başlamıştır.

 Telefonda bir ses, Pervin Hanım: “Veli bey, Alâeddin’in annesi vefat etmiş akşama bize gelebilir misin?” Hemen işten ayrılıp Bahçelievler semtindeki Alâeddin Beyin evine varıyorum. Sarılıp ağlaşıyoruz anne için. Hani şu dizeler var ya; “Ana başta taç imiş/Her derde ilaç imiş /Bir evlat pir olsa da /Anaya muhtaç imiş”.  Yaşın, makam ve mevkiin hiç önemi yok; ana her zaman ana ve insan her zaman muhtaç ona. Kaybedince anlıyor insan, ama artık o değer kaybedilmiş ve telafisi yok. Kur’an’dan kısa bir bölüm okuyorum. Alâeddin ağabey, öyle huşu içinde dinliyor ve ağlıyor ki ayetin tesiri ve heyecanı dışarıdan hissediliyor. Ankara’ya gitmek istiyor ama rahatsızlığı nedeniyle salmıyoruz Pervin Hanımla. Bu birlikteliğimiz Osmaniye‘ye tayinim çıkana kadar devam etti. O müptelası olduğu alkolü bırakmıştı.

Burada biraz sitemde bulunacağım haddim olmayarak; ister Balıkesir’deki dostları olsun, isterse Rasim, ister Erdem, isterse de Sezai Ağabeyler ya da diğer sevenlerinin Alâeddin ağabeyle yeteri kadar ilgilenmedikleri kanaatindeyim. Nisyana terk edilen adamdı. Üç dört senede birkaç saat veya bir günlük Balıkesir ziyaretine ilgi denilirse bilemem; benim altı senelik gözlemim bunu yeterli bulmuyordu. Hele Sezai Ağabeyi telefonla ara sıra arardı; o ise hep kızardı, adeta azarlardı, telefonu hep yüzüne kapatırdı. Biz de oturup ağlardık birlikte. Hiç unutmuyorum; bir gün alkolü bıraktığını haber verecek, sevincini paylaşacak, dahası dualarını isteyecekti; başka bir gün ben namaza başladım diye sevincini paylaşacaktı… Yine dinlemedi kızdı ve telefonu kapattı.

Bahçelievler Camii cemaati olmuş sabah namazlarına cemaate gidiyordu. Gönlü gani bir insandı.  Para onun ilgi alanında değildi. Hatta parayı bilmezdi, sevmezdi desem mübalağa sayılmaz, onu yakinen bilen dostları bu özelliğini iyi bilirlerdi.  Bursa Uludağ hastanesinde tedavi olurken yazdığı Hece’de yayımlanan ‘Veli beni Balıkesir Devlet Hastanesine götürüyor hesapta bu yoktu…’  diye anlatmaya başladığı, hastalığın teşhisi ve hastaneye gidiş… Bir eşin sevgi, bağlılık ve metanetinin güzel örneklerinden birini Pervin Hanımefendi de gözlüyordum. Doktora gitmemede direnen Alâeddin Ağabeye rağmen pes etmeyip beni arıyordu, “seni kırmaz” diye.

Her sohbet ortamında beni sıkıştırır yazmamı ısrarla isterdi; “Yaz Hece’ye göndereyim, yayımlasınlar” derdi. “Şu bana anlattıklarını yazsan yeter, insanlar yararlanır; hayat tecrüben ve anlatımın müthiş” diye çok sıkıştırırdı. Ben yazmaya değil, muhabbete alışıktım. Yine bir gün evde oturuyoruz ağabeyle. Pervin yenge çay demledi, sohbete başlıyoruz, “ağabey yazmaya karar verdim, bir kitap yazacağım artık adını da koydum daha yazmadan” diye bir giriş yaptım; son derece de ciddi duruyorum, o da merakla sordu “adını ne koydun” diye. “İslamsız İslamcılar’’ dedim. Durdu kaldı öylece düşündü, düşündü “bu nasıl isim” dedi. “İçeriği dolu” dedim “dolu”. “Ben de var mıyım bu kitapta.” “Onu sen düşün halini bir gözden geçir nerdesin ağabey yazdıklarınla halini mukayese et”…vs. Muhabbet koyulaşınca başlıyoruz birlikte ağlamaya. “Ne zaman ağabey, ne zaman” diye üstüne üstüne gidiyorum. “Allah sizi hesaba çekmeden nefislerinizi hesaba çekiniz’’  emri üzerine uzun bir sohbet. “Ben bu halimle mi…” “Evet, ’De ki ey nefislerine yazık eden kullarım Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin’…” Zamanın önemini yitirdiği nice anlar yaşıyoruz gecenin sessizliği içinde. Bahçelievler Camiinde gözyaşları ve mahviyet duygusuyla kılınan sabah namazları. Dönüşte bir süt ve börekle kahvaltı yapıp işe dönüyorum, yeni bir gün başlıyor benim için şimdi. Ona doğru yürüyüşteki teslimiyet, birçok dostlarının ve belki Rasim ağabey bile yeterince vakıf olmadı ayrı kentlerde yaşamalarından dolayı. Alâeddin ağabeyin ruh dünyasındaki değişikliği gözlemek, tanığı olmak, ona şahadette bulunmak bekli de bana yüklenen bir sorumluluktu. Bir gün ağabey bir naat yazsan da içimize sine sine okusak dediğimde “Hac sezonuna çok var, gidiş kur’a ile imiş ya çıkar ya çıkmaz. Birlikte Allah izin verirse bir umreye gidelim, doya doya havasını teneffüs edelim, öyle yazalım” demişti. Pervin Hanım umre için hazırlıklara başlamıştı bile. Alâeddin ağabeyin zamanı bir naat yazamaya yetmedi ama O’nu yürekten sevdi.  Unutulmuşluklara ve yaşanmışlıklara çok gözyaşı dökmüştü. O tam bir mümin olarak, teslimiyetle Rahman’a yürüdü.

Güneysu dergisi, 101. Sayı, Bahar 2012. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET AKİF ERSOY’UN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ

ŞİİR SÂHİLİNDEN DİPNOTLAR / Yeni Şiir Gündelikleri II